Evet Osmanlı tokadı namıyla efsane olmuş bir yakın dövüş tekniğinden bahsediyoruz ;belki de gelmiş geçmiş en ölümcül dövüş tekniklerinden biridir Osmanlı tokadı.İnternette bu konuyla ilgili efsaneler ile gerçekler birbirine karışmış durumda bu yüzden burada bildiğim bütün Osmanlı tokat tekniği rivayetlerini yazacağım. Yeniçerilerin bu tekniği en iyi kullanan askeri sınıf olduğu ve bu tekniği başarıyla uygulayabilmek için mermer tokatladıkları rivayeti ki bu rivayet gerçeklerden uzak görünmektedir zira yeniçeriler ilk kuruldukları devirlerden itibaren ateşli silahlarla haşır neşir olmuş yakın dövüşte ise yatağan ve palalarını kullanmış bir askeri sınıftır.Silahsız kalmaları durumunda ise arkalarını dönüp kaçtıkları görülmemiş bir şey değildir.Bana göre bu tekniği özel olarak kullanan bir askeri sınıf yoktu bütün askerler arasından bileğine güvenen babayiğitler bu tekniği kullanırlardı ki bu tekniğin müthiş uygulayıcıları olduğu bilinmektedir buna örnek olarak da bir Avrupalı miğferinin üzerinde bulunan 5 parmak izi verilebilir:)
Şimdi tekniğin nasıl uygulandığıyla ilgili çeşitli bilgilere gelelim Osmanlı tokad tekniği tek bir biçimde uygulanmazdı duruma,yere,hasmın zırh yapısına göre ve dövüşün gidişatına göre uygulanan çeşitli teknikleri mevcuttu bunlar; avuç içi tekniği,silme tokad tekniği,elin tersi tekniği,serme tekniği,süvari tokadı tekniği olarak adlandırılabilir.
AVUÇ İÇİ TEKNİĞİ: Bu teknikte hasmın yüzünün ortasına burnun ucu tam bilekle el ayasının birleştiği yere denk gelecek şekilde tüm güçle vurulur ve hasmın kırılan burun kemiğinin kafatasının göz çukurları arasında kalan kısmını da kırıp içeriye saplanması sağlanırdı beyne doğrudan saplanan burun kemiği hasmın ani ölümünü sağlardı.En ölümcül tokad tekniği diyebileceğimiz bu teknikte amaç düşmanı en kısa yoldan öldürmekti.Bu tekniği uygulayabilmek için kuvvetli pazulardan başka bu pazuları oldukça hızlı bir şekilde kullanabilecek yeteneğinde geliştirilmiş olması gerekiyordu ancak bunun için özel bir talim yapılmazdı zira kılıç kullanma talimlerinde pazunun güç ve hızı zaten yeterince pekleştirilirdi.Bu tekniğin kullanılabilmesi için düşmanın zırhının yüz kısmının açık ve düşmanın yüzünün tam olarak tokadı atacak olan kişiye dönük olması gerekir.Bu tekniği Osmanlıların süvari askerleri de ellerini tıpkı bir mızrak gibi ama avuç içi hasmın yüzüne dik gelecek şekilde tutarak at üzerine düşmana bodoslamadan dalmak suretiyle kullanabilirlerdi.Tekniğin at üstünde uygulanması zorluğunu kat be kat arttırsa da etkisi de o ölçüde artardı.
SİLME TOKAT TEKNİĞİ: Silme tokat tekniğinde ana hedef hasmın kulağının orta noktasından başlayıp dudakları ve tüm yanağı da dahil eden bir bölgedir.Parmaklar birbirlerine bitiştirilmeden,kol bükülmeden,vurma gücü omuzdan alınarak atılırdı.Silme tokat denmesinin nedeni darbe vurulduktan sonra elin bilekten ileriye doğru bükülüp hasmın tüm yüzünü yalayıp çenede toplanan bir itme kuvveti daha oluşturmasıdır ki bu itme kuvveti zaten tokadın etkisiyle bütün direncini yitiren düşmanın boynunun rahatlıkla kırılmasını sağlayabilirdi.Bu teknik zırhlı yüzeylere de uygulanabilirdi ama tam etkisi tabii ki çıplak ten üzerinde görülürdü.O ünlü mermer idmanı bu tokat tekniğinin ölümcül surette uygulanabilmesi için yapılırdı ama bu idmanda amaç çoğu forumda yazdıkları gibi ellerin büyümesi için değil ellerin sertleşmesi ve vuruş tekniğinin mükemmelleştirilmesi içindi zaten eski Türklerin elleri gelişme çağında sürekli olarak et suyu,et,hamur işi,tereyağı gibi besinlerle haşır neşir oldukları için ekseriyetle çok büyük olurdu bugün bile Kars,Ardahan gibi doğu illerinde et suyu ile beslenen çocukların ellerinin etli ve büyük oldukları görülebilir.
ELİN TERSİ TEKNİĞİövüş sırasında savunmaya yönelik bir hamle olarak kullanırdı.İlk hamlesi boşa giden savaşçı kendini korumak,düşmanının hamle yapmasını engellmek için bir de elinin tersiyle tokat savurur ilk hamlesinin boşa gitmesiyle oluşan denge kaybını da böylece telafi ederdi.Bu teknikte bütün parmaklar birbirine bitişik olmalıdır aksi takdirde kendi parmağınız kırılabilir ve darbe elin parmaklı kısmıyla değil parmakların elin kalanıyla birleştiği kemikli bölümle gerçekleştirilmelidir.Bu darbe hasmı öldürmez ama sersemlemesini sağlar veOsmanlı askerine de yeni bir hamle etmesi için zaman kazandırırdı.
SERME TEKNİĞİ: Silme tokadın parmaklar bitiştirilmek suretiyle atılanına serme tokat denir.Bu tokat tekniğinde ise hedef silme tokada göre daha dar bir alandır kişini burnuna ve ağzının ortasına aşağıdan yukarıya gelecek şekilde kolun gerektiği kadar(ama çok fazla değil) bükülmesiyle yaratılacak savrulma etkisi de kullanılarak vurulması gerekir böylece hasmın ağzı yüzü birbirine karışır,dudağın patlaması,burnun kırılması,darbenin şiddeti sebebiyle havadaki çer çöp ve tozun gözlere dolabilmesi ve acının keskinliği sebebiyle gözlerin yaşarması,görüşün bulanıklaşması söz konusudur.Bayıltmaya yönelik bir tokat tekniğidir saldırıda direk olarak kullanılabildiği gibi bir saldırı karşısında refleksif olarak aşağıdan yukarıya elin savrulmasıyla savunma amaçlı olarak da kullanılabilir her iki durumda da okkalı darbeyi yiyen düşmanın kendisine gelmesi zaman alacak ve bu arada Osmanlı askeri baygın haldeki hasmı arkadan gelenlerin insafına bırakacak yahut bağlayıp üstüne bir not yazarak kenara atacaktır(esirin kıymetine bağlı olarak dandik bir şeyse gebertip kenara atar ama işe yarar bir esirse adamın kıymetini takdir etmede üstad olan atamız esirini bağlar ve Osmanlı toplumunda sadrazamlığa bile yükselebileceği kölelik mevkisine ulaştırır.)
SÜVARİ TOKADI TEKNİĞİ:Özellikle at üstünde atılmak üzere geliştirilmiş bir tokat tekniğidir.Bu teknik kaçan düşmana yetişip esir almak için birebirdir.At dörtnala sürülürken üzengi üstünde doğrulunup el eğerden aşağıya sarkıtılır hedef konumundaki zavallıya yaklaşıldığında el bütün güç ve hızla havaya kaldırılır ardından gene bütün güç ve hızla hasma hedef ense olacak şekilde indirilir.El hedefin konumuna göre kimi zaman parmaklar bitişik kimi zamansa parmaklar ayrık olarak vurulur.Burada dörtnaldan kaynaklanan hızın verdiği ivmeyi de hesaba katarsak tüm teknikler içinde en hızlı olarak atılan tokattır.Osmanlı süvarileri içinde özellikle tımarlı sipahiler(Tımar sistemi bozulmadan önceki orjinal Türk atlısı olan ve Orta Asya süvarilik geleneğini sürdüren tımarlı sipahiler)ve akıncılar bu tekniğin başarılı uygulayıcılarıydı.Bu askerlerden biri tarafından göze kestirilen düşmanın hayatının geri kalanı tamamıyla Osmanlı süvarisinin insafına kalmıştı.Süvari elini biraz kuvvetli vurarak öldürebilir daha hafif vurarak felç edebilir biraz daha az kuvvet uygulayarak düşmanı bayıltıp esir edebilirdi.
Tüm bu teknikler çetin idmanlar,zor oyunları(cirit,çevgan,güreş vb.) ve kanlı savaş meydanlarında pişen savaş erleri için rahatlıkla uygulanabilcek tekniklerdi .Bütün bunlara Türk askerinin bu koşullarda geliştirdiği farklı fiziki yapısını ki bu yapının başında katı yay germek suretiyle elde edilen çelik misali pazular,ellerin kılıçla veya kılıçsız olarak hedeflere sürekli savrulmasıyla elde edilen kol uzunluğu ve müthiş kuvvetli omuz,boyun kasları da eklenirse savaş meydanlarında fırtına misali esen bu askerlerin Avrupayı nasıl korkudan titrettiği biraz daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca Osmanlı tokadı olarak bilinen tokat tekniklerinin daha Türkler Orta Asyadan ayrılmadan icat edilmiş olması mümkündür.O sebeple Osmanlı tokadı yerine Türk tokadı denmesi bence daha uygun olacaktır.Hunlular veya Göktürkler zamanında Osmanlılar yoktu ama bu tokat teknikleri büyük ihtimalle Osmanlıların ataları tarafından biliniyordu ve yaygın olarak kullanılıyordu ama yer cüceleri tarih yazıcılığında ketum ve taraflı davrandığı için Çin kaynakları bize pek bilgi vermiyor.Hun boksu denen dövüş tekniği hakkında biraz daha fazla bilgimiz olduğunda bu tekniğin Türk proto-tokat tekniği olarak görülebileceği de bence ortaya çıkacaktır.
Kürşad Altuğ Eyüpoğlu
20 Eylül 2007
Ali Şir Nevai'nin Hayatı Eserleri ve Bu Eserler Üzerine Yapılan Çalışmalar
ALİ ŞİR NEVAİNİN HAYATI ESERLERİ VE BU ESERLER ÜZERİNE YAPILAN ÇALIŞMALAR
Türklüğün Çağatay sahasındaki bu büyük bilgin ve devlet adamı 1441’de Herat’ta doğmuştur. Babası Timur’un meliklerinden Sultan Ebû Said’in veziri Kiçkine Bahşi’dir. Ali Şîr Nevâî’nin kendi ifadesine göre ailesi yedi göbekten beri Barlas emirleri Timur ve oğulları, özellikle de Ömer Şeyh Mirza ve oğlu Baykara'nın hizmetinde bulunmuşlardır. Ali Şîr Nevâî’ye ilk eğitimini babası verdi. Daha sonraki eğitimine Horasan ve Semerkant’ta devam etti. 13, 14 yaşlarında hem Farsça hem de Türkçe şiirler yazmaya başlamıştı. Sultan Hüseyin Baykara ile okul arkadaşı idi. Sultan Hüseyin Baykara, Herat’ta yönetimin başına geçince, sözleştikleri gibi Ali Şîr Nevâî’yi aradı. Onun Semerkant’ta olduğunu öğrendi ve Maveraünnehir meliki Ahmed Mirza’ya bir mektup yazarak Ali Şîr Nevâî’yi kendisine göndermesini istedi. Ali Şîr Nevâî, Ahmet Mirza’nın adamları tarafından Herat’a götürüldü. Sultan Baykara onu önce mühürdar yaptı. Daha sonra vezirlik görevine tayin etti. Görevi sırasında bol bol kitap okumak , ilim çevreleriyle sohbet etmek ve araştırma yapmak imkanı bulan Ali Şîr Nevâî, bir süre sonra yaptığı işten sıkılmaya başladı. İstifasını Hüseyin Baykara’ya sunduysa da kabul edilmedi. Aksine Esterebad Valiliği’ne tayin edildi. Ali Şîr Nevâî, valilik görevinde fazla durmadı ve 1490 yılında ayrıldı.
Ali Şîr Nevâî’nin ailesi çok zengindi. Onun için devletten hiç maaş almadığı gibi devlete yardım da etti. Ali Şîr Nevâî topluma ve insanlığa hizmet etmekten büyük sevinç duyardı. Bu düşünceden hareketle çeşitli vakıflar kurdu.
Valilik görevinden ayrıldıktan sonra bilim ve sanat konularında yoğunlaşan Ali Şîr Nevâî, 1501 yılında doğduğu şehir olan Herat’ta vefat etti.
Ali Şîr Nevâî, Türkçe'nin bugün Çağatayca olarak adlandırdığımız yazı diline kendi adını verdiren ve kaynaklarda bu dilden , "Nevâî Dili", "Nevâî Tarzı" diye sözettiren büyük bir sanatkârdır. Bu özelliğiyle de dünyada tektir. Onun dışında dünyada hiçbir dil, bir şairin adıyla anılmaz. Türklerin İlk Rönesansı’nı yaşadıkları XV. Yüzyıl Heratı’nda olağanüstü bir çaba gösteren Nevâî, bu Rönesans’ın gerçek mimarlarından birisidir. Onun en büyük başarısı ise öncelikle Türkçeyi şiir dili olarak kabul ettirmesi, ardından da XVI. Yüzyılın sonuna kadar olan dönemde en çok örnek alınan şair olmasıdır. Hatta sırf onun eserlerini daha iyi anlayabilmek için Farsça ve Osmanlıca sözlükler bile hazırlanmıştır.
Bunun ötesinde o, Türkçe'de pek çok türün başlatıcısıdır. Dilimizin ilk hamsesini o yazdı. İlk Türkçe şuarâ tezkiresi onun tarafından kaleme alındı. Aruzla ilgili ilk teorik eser ona aittir. Divanlara isim verme geleneği ve bu eserlere dibâce ile başlama ilk kez onda görülür. Onun, Anadolu Klâsik Türk Edebiyatı'na etkisi şuarâ tezkirelerinden başlanarak fark edilmiş ve ve bu alanda değerli çalışmalar yapılmıştır. Anadolu sahasında sonraki asırlarda hamse yazan bütün şairler kendisini saygı ve hürmetle anmışlardır. Örneğin Osmanlı şairlerinden Dükakinzâde Yahya Bey, Gülşen-i Envâr adlı mesnevisinde Nevâî'yi şöyle tanıtır :
Mîr Nevâî gül-i bî-hârdur
Hamsesi bir nâfe-i tâtârdır
Sözleridür ışk odınun sarsarı
Her biri bahr-i gazelün gevheri
Vasfedemem zât-ı hırad-mendini
Ayn-ı Acem görmedi mânendini
Gerçi sakîl oldı velî zer gibi
Sözlerinün kıymeti gevher gibi
Ali Şîr Nevâî her ne kadar Anadolu'ya gelen şairlerden biri değilse de, o Anadolu Türklerinin yüreğinde taht kurmuş, her birinin evine misafir olmuş bir büyük şahsiyet, belki bütün Türk yurtlarının ortak atası, Türk kültür ve edebiyatının aksakalı idi.
Şiirlerini Türkçe ve Farsça yazan Ali Şîr Nevâî bu sebeple Züllisaneyn ismiyle de tanınır ancak Ali Şir Nevai Arapçayı da çok iyi öğrenmişti. Meşhur ilim adamlarından Molla Cami, onun şiir arkadaşlarındandır. Kaşgarlı Mahmut’tan sonra Türk diline en büyük hizmet eden kişi olarak tanınan Ali Şîr Nevâî, Muhâkemetü’l-Lügateyn adlı kitabında Türkçe ile Farsça’yı karşılaştırarak pek çok yerde Türkçe’nin üstünlüğünü savunmuştur. Ali Şîr Nevâî, bu kitabını Türkçe’yi bırakarak eserlerini Farsça verenlere ithafen yazmıştır. Ali Şîr Nevâî, Türkçe yazdığı şiirlerinde Nevâî, Farsça yazdığı şiirlerinde ise Fanî mahlaslarını kullanmıştır.
Ali Şir Nevai’nin dördü Türkçe, biri Farsça olmak üzere beş divanı vardır. Türkçe divanlarının genel adı Hazain-ül-Maani’dir. Türkçe divanlar, sırasıyla;
1) Garaib-üs-Sıgar: Çocukluğunda yazmış olduğu şiirlerden meydana gelmiştir.
2) Nevadir-üş-Şebab: Gençliğinde yazdığı şiirleri ihtiva etmektedir.
3) Bedayi-ül-Vasat: Olgunluk devresine ait şiirleri bu eserde toplamıştır.
4) Fevaid-ül-Kiber: Yaşlılığında söylemiş olduğu şiirlere ayrılmıştır.
Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse’si ile Türk edebiyatına ilk hamse yazan Ali Şîr Nevâî’nin divanlarından hariç 18 eseri daha vardır.Bunlar sırasıyla şunlardır:
1) Hayret-ül-Ebrar: İslam ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edeb gibi konular üzerine yazılmış, manzum makale ve hikayelerden müteşekkil bir mesnevidir.
2) Ferhad ve Şirin.
3) Leyla ve Mecnun: Nevai’nin üçüncü mesnevisidir. Bu mesnevi, Nizami’nin ve Hüsrev-i Dehlevi’nin izinde yazılmış olmakla beraber, olayların psikolojisi, tasviri ve sosyal hayat içinde işleyişi bakımından tamamiyle orijinal, milli ve mahalli bir eser görünüşündedir. Hikayede şahısların ve olayların tasviri, kelimelerle yapılan bir tablo halinde, adeta Orta Asya hayatını ortaya sermektedir.
4) Seb’a-i Seyyare: Bu mesnevi, meşhur Sasani Hükümdarı Behram-ı Gur’un hikayesidir. Daha çocukken babası tarafından Medain’den çıkarılan ve babasının ölümünden sonra çıkan taht kavgaları arasında, bir ordu ile Medain’e gelerek hükümdar olan Behram-ı Gur’un yaptığı savaşlar, av maceraları bu mesnevinin mevzuunu teşkil etmektedir.
5) Sedd-i İskenderi: Bu mesnevi, Zülkarneyn aleyhisselamın hayatını, fetihlerini, kahramanlıklarını ve adaletini anlatan bir İskendernamedir. Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse’si ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan da Ali Şir Nevai’dir.
6) Lisan-üt-Tayr: Büyük alim Feridüddin-i Attar’ın Mantık-ut-Tayr’ına nazire olarak yazılmış, 3500 beytten meydana gelen tasavvufi bir eserdir.
7) Muhakemet-ül-Lügateyn,
8) Mecalis-ün-Nefais: Bu eser, Türk edebiyatında ilk defa Ali Şir Nevai tarafından yazılan bir şairler tezkeresidir ve pek çok şair tarafından örnek alınmıştır.
9) Mizan-ül-Evzan: Türkçe olup, bu eserde, Orta Asya Türk nazım şekilleri hakkında bilgiler ve örnekler verilmektedir.
10) Nesaim-ül-Mehabbe: Orta Asya’da yaşayan velilerin hayat ve menkıbelerini anlatan bir Tezkiret-ül-Evliya’dır. Tasavvufun Türkler arasında nasıl karşılandığı, büyük velilerin Türklerden nasıl saygı ve sevgi gördüğü, Türk tasavvufu hakkında bilgiler veren bu eserde, özellikle halk psikolojisi bakımından önemli çizgiler vardır.
11) Nazm-ül-Cevahir (Türkçe),
12) Hamset-ül-Mütehayyirin,
13) Tuhfet-ül-Müluk (Farisi),
14) Münşeat (Türkçe),
15) Sirac-ül-Müslimin,
16) Tarih-ül-Enbiya (Türkçe),
17) Mahbub-ül-Kulub fil-Ahlak,
18) Seyf-ül-Hadi ve Rekabet-ül-Münadi.
1) Hayret-ül-Ebrar: İslam ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edeb gibi konular üzerine yazılmış, manzum makale ve hikayelerden müteşekkil bir mesnevidir.
2) Ferhad ve Şirin.
3) Leyla ve Mecnun: Nevai’nin üçüncü mesnevisidir. Bu mesnevi, Nizami’nin ve Hüsrev-i Dehlevi’nin izinde yazılmış olmakla beraber, olayların psikolojisi, tasviri ve sosyal hayat içinde işleyişi bakımından tamamiyle orijinal, milli ve mahalli bir eser görünüşündedir. Hikayede şahısların ve olayların tasviri, kelimelerle yapılan bir tablo halinde, adeta Orta Asya hayatını ortaya sermektedir.
4) Seb’a-i Seyyare: Bu mesnevi, meşhur Sasani Hükümdarı Behram-ı Gur’un hikayesidir. Daha çocukken babası tarafından Medain’den çıkarılan ve babasının ölümünden sonra çıkan taht kavgaları arasında, bir ordu ile Medain’e gelerek hükümdar olan Behram-ı Gur’un yaptığı savaşlar, av maceraları bu mesnevinin mevzuunu teşkil etmektedir.
5) Sedd-i İskenderi: Bu mesnevi, Zülkarneyn aleyhisselamın hayatını, fetihlerini, kahramanlıklarını ve adaletini anlatan bir İskendernamedir. Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse’si ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan da Ali Şir Nevai’dir.
6) Lisan-üt-Tayr: Büyük alim Feridüddin-i Attar’ın Mantık-ut-Tayr’ına nazire olarak yazılmış, 3500 beytten meydana gelen tasavvufi bir eserdir.
7) Muhakemet-ül-Lügateyn,
8) Mecalis-ün-Nefais: Bu eser, Türk edebiyatında ilk defa Ali Şir Nevai tarafından yazılan bir şairler tezkeresidir ve pek çok şair tarafından örnek alınmıştır.
9) Mizan-ül-Evzan: Türkçe olup, bu eserde, Orta Asya Türk nazım şekilleri hakkında bilgiler ve örnekler verilmektedir.
10) Nesaim-ül-Mehabbe: Orta Asya’da yaşayan velilerin hayat ve menkıbelerini anlatan bir Tezkiret-ül-Evliya’dır. Tasavvufun Türkler arasında nasıl karşılandığı, büyük velilerin Türklerden nasıl saygı ve sevgi gördüğü, Türk tasavvufu hakkında bilgiler veren bu eserde, özellikle halk psikolojisi bakımından önemli çizgiler vardır.
11) Nazm-ül-Cevahir (Türkçe),
12) Hamset-ül-Mütehayyirin,
13) Tuhfet-ül-Müluk (Farisi),
14) Münşeat (Türkçe),
15) Sirac-ül-Müslimin,
16) Tarih-ül-Enbiya (Türkçe),
17) Mahbub-ül-Kulub fil-Ahlak,
18) Seyf-ül-Hadi ve Rekabet-ül-Münadi.
Ali Şîr Nevâî’nin eserleri hem yazıldıkları devirde, hem de daha sonra bütün Türk dünyasında zevkle okunmuş, pek çok ünlü Türk şairi onu örnek almış, ona övgü yazmıştır. XV. yüzyılda yaşamış büyük Osmanlı Şairi Ahmet Paşa, XVI. Yüzyılda yaşamış ve Azeri lehçesiyle yazmış ünlü Fuzûlî, Ali Şîr Nevâî’den etkilenmişlerdir.Bir çok Osmanlı aydını, bu arada Yavuz Sultan Selim, Nevaî’nin hayranı idiler. XVIII. yüzyılda büyük divan şairimiz Nedim bile Ali Şîr Nevâî dilinde (Çağatay lehçesinde) şiirler yazmıştır.Türkiyeli pek çok şair Ali Şîr Nevâî’nin şiirlerine nazireler söylemişlerdir. Bu tesir Tanzimat sonrasında bile kendini göstermiş, Ziya Paşa’nın Harâbât adını taşıyan üç ciltlik antoloji eserinde Ali Şîr Nevâî’nin şiirlerine önemli bir yer verilmiştir.
Günümüzde yayınlanan bütün edebiyat tarihlerinde de Ali Şîr Nevâî, ilmi, irfanı, sanatı, Türkçülüğü ve olumlu tesirleriyle övülür.Burada bütün hayatını Türkçe’nin tanıtımına vakfetmiş olan Ali Şîr Nevâî’nin özellikle Muhâkemet-ül-Lugateyn adlı eserinden bahsetmek, onun Türk dili hakkındaki düşüncelerini yansıtmak açısından yararlıdır.
Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemet-ül-Lugateyn adlı eseri, bu günkü yazımızla küçük boy bir kitabın 50 sayfasını ancak doldurur. Fakat hacim bakımından küçük olan bu kitap, içeriğinin değeri ile deryalar kadar büyüktür.İşte Muhâkemet-ül-Lugateyn’den bazı kısımlar:
“... Nazım bahçesinin şakrak bülbülü, Nevaî mahlasını alan Ali Şir (Allah günahlarını yargılasın ve ayıplarını kapatsın) şöyle arz eder: Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar. Nitekim denizden cevherleri dalgıçlar çıkarır ve onlara mücevherciler katında değer biçilir. Gönülden söz incileri çıkarma şerefine erenler de bu işin mütehassısıdırlar. O inciler bu mütehassıslar ağzında canlanır, nisbetlerine göre yayılır ve ün kazanırlar. İnciler değer bakımından çok farklı olurlar. Bir tümenden yüz tümene kadar olanları vardır. Elden ele geçen ucuz incilerle, sultanların kulaklarına küpe olan incilerin değerleri bir mi? ”
“... Şöyle bilinir ki, Türk Fars’tan daha keskin zekalı, daha anlayışlı, daha saf, daha pek yaratılışlıdır. Fars ise ilimde ve gayret sarfıyla elde edilen bir anlayışta daha olgun ve derin görünüyor. Bu hal Türklerin doğru, dürüst, temiz niyetinden, Farsların da fen ve hikmetinden belli oluyor... Ve lakin , Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında, Türk Fars’tan üstündür. Türkün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki inşallah yeri gelince gösterilecektir... ”
“... Türkün Fars’tan daha üstün, daha kabiliyetli, daha açık ve parlak olduğunun şundan kuvvetli delili olur mu: Bu iki milletin gençleri, ihtiyarları, büyükleri, küçükleri arasında kaynaşma aynı derecededir. Alış-verişleri, işleri, güçleri, düşüp kalkmaları, oturup durmaları, birbirinden hiç farklı değildir. Aynı hayat şartları içinde yaşarlar... Böyle olduğu halde Türklerin hepsi Farsça’yı kolayca öğrenir ve konuşur. Oysa Farsların hiç biri Türkçe konuşamaz. Yüzde, belki binde biri Türkçe öğrenir ve konuşursa da, onun Türk olmadığı daha ilk sözünden belli olur... Türkün Fars’tan kabiliyetli olduğuna bundan daha kuvvetli tanık olamaz ve hiçbir Fars bunun aksini iddia edemez... ”
“... Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumunda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en uçucu kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki bilgili kimseler tarafından açıklanmazsa kolay anlaşılamaz. ”
“... Türkün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak, Farsça şiirler söylemeğe özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler, Türkçede bu kadar genişlikler, incelikler, derinlikler ve zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha kolay, şiirlerinin daha beğenilir olacağını anlarlar.
Ali Şir Nevai Türkçe yazma macerasını da şöyle anlatır : Gençliğimin ilk yıllarında şiire, edebiyata merak sardırmağa başlamıştım. Tabiatımda birtakım parıltıların sıcaklığını duymakta idim. Bu yolda bazı şeyler yazmağa çalışırken, geleneklerden yakamı kurtaramadığım için Farsça yazıyordum. Biraz daha iyi düşünmeğe başladığım çağda ulu Tanrı gönlüme özgünlük ve incelik sevgisi doldurdu. Yaradılışım, bayağılıktan kaçınmayı, iyiyi ve güzeli sevmeyi buyuruyordu. O zaman ana dilimin üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçe'nin derinliklerine dalınca onsekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin, süsler, ziynetler içerisinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha üstündü. Bu faziletler, yücelikler hazinesinin incileri, yıldızlardan daha parlaktı. Bu âlemin bahçelerine daldım; gülleri güneşler gibiydi. Her yanında gözler görmedik, el ayak değmedik neler neler vardı. Ama bu tılsımın yılanları pek korkunç, bu güllerin dikenleri pek yamandı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki : Demek bizim Türk sanatkârları bu korkulu, üzüntülü şeylerden çekindikleri için Türkçeyi bırakmışlar ve böyle geçip gitmişler. Ben bu âlemden vazgeçemedim, korkmadım, yılmadım, güçlükleri yendim, çetinliklerle savaştım, emeklerimi esirgemedim. Türkçemin uçsuz bucaksız alanlarında ilhamımın şahlanan atını koşturdum, sonsuz fezâlarda hayâlimin hırçın kuşunu havalandırdım. Zevkim, bu hazineden değer biçilmez, güç yetmez birçok inciler, pırlantalar aldı. Gönlüm, bu bahçenin gizliliklerinde güzel kokularıyla cana can katan, göz görmedik çiçekler topladı.
Ve yine O şöyle diyordu :
"Hiç ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz'e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermek sûretiyle fethettim."
Yaşamının sonlarına doğru 55 bin beyit tutarındaki, dört divanındaki şiirlerini yıllara göre düzenleyerek çocukluk dönemi şiirleri, gençlik şiirleri, orta yaş şiirleri ve olgunluk çağı şiirleri adını vermiştir.
Bu büyük edebiyat ve ilim adamıyla ilgili sayısız çalışmalar yapılmış pek çok eser neşredilmiştir.
Anadolu'da Nevâî ile ile ilgili ilk eser, Çağatayca-Türkçe Abuşka Sözlüğü'dür.Kimin tarafından nerede ve hangi tarihte yazıldığı bilinmemekle birlikte, XVI. yüzyıl başlarında Anadolu'da hazırlandığı sanılan bu sözlük, Nevâî'nin eserlerinde geçen kelimeleri açıklamak için meydana getirilmiştir, ayrıca Mir Haydar, Lûtfî ve Ubeydullah Han'ın eserlerinden örnekler alınmıştır. Türkiye'de Nevâî'nin eserleriyle ilgili ilk çalışma ise Yavuz Sultan Selim zamanında, Hakim Şah Muhammed Kazvinî'nin Mecâlisü'n-Nefâyis'i Farsça'ya çevirmeye başlamasıdır. Eser, Kanuni devrinde tamamlanmıştır. XVI. yüzyıl tezkirelerinde kendisi de bir tezkire yazarı olan Nevâî ayrı bir madde olarak yer almaz. Ancak XVII. yüzyıldan itibaren şuara tezkirelerinde Nevâî'yi görmek mümkündür. Daha sonra II.Osman'ın divan kâtiplerinden Edirneli Mehmed b. Mehmed'in Nuhbetü't-Tevârih Ve'l-ahbâr adlı eserinde, Gelibolulu Mustafa Âlî'nin Menâkıb-ı Hünerverân'ında , Kâtip Çelebi'nin Keşfü'ş-Zünûn'unda ve Süllemü'l-Vusûl adlı eserlerinde, Müstakimzâde Süleyman Sadeddin'in Mecelletü'n-Nisâb ve Tuhfe-i Hattâtîn adlı eserlerinde, Nevâyî'nin Târîh-i Mülûk-i Acem adlı eserinin Türkçeye tercümesi olan Fenâyî'nin Tarîh-i Fenâyî adlı eserinde, yazarı bilinmeyen Cerîde-i Ta'lîkıyân'da , Süleyman Fehim'in Sefînetü'ş-Şu'arâ adlı tezkiresinde, Lebib'in Cevâhir-i Mültekata adlı eserinde Nevâî'ye ait bilgiler verilir. Nevâî üzerine inceleme ve araştırmalar Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatında da devam eder. Ziya Paşa Harâbât adlı eserine Nevâî'den örnekler alır. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmânî'de , Şeyh Süleyman Buhari, Lügat-ı Çağatay ve Türkî-i Osmânî adlı eserinde, Ahmet Rıfat Lügat-i Tarihiyye ve Coğrafiyye'de , Şemsettin Sami Kâmüsü'l-Âlâm'da , Mehmed Süreyya Sicill-i Osmânî'de Nevâî ve eserlerinden sözederler. Kuşkusuz Nevâî üzerine yazılanlar bunlardan ibaret değildir. Necib Asım, Mehmed Sâdık, Veled İzbudak, Şemsettin Sami, Trabzonlu Hafız Mehmed Zühtü, Hüseyin Kâzım Kadri, Râgıb Hulûsi Özdem, Hıfzı Tevfik Gönensay, Hamâmizâde İhsan Bey, Agah Sırrı Levend, Sadettin Nüzhet Ergun, İ.Alaeddin Gövsa, Rıza Nur, Hikmet İlaydın, Tahir Şakir Çağatay, Abdülkadir İnan, Ali Nihat Tarlan, Besim Atalay, İ.Refet Işıtman, Zeki Velidi Togan, Şükrü Kurgan, İsmail Hikmet Ertaylan, Abdülbaki Gölpınarlı, Nihat Sami Banarlı, Hasan Eren, Saadet Çağatay, Enver Aycan, Abdülkadir Karahan, Ahmet Ateş, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, İbrahim Kafesoğlu, İsa Yusuf Alptekin, M. Akkuşoğlu, Türker Acaroğlu, Behçet Necatigil, Vasfi Mahir Kocatürk gibi araştırmacıların Nevâî ile ilgili çalışmaları bulunmaktadır.
Türkiye ile bağlantılı olarak yurt dışında Nevâî üzerine yapılmış çalışmalar da vardır. Ali Şîr Nevâyî hakkında monografi mahiyetinde ilk eser Nikitsky'nin 1856'da Petersburg'da çıkan Rusça risalesidir. Daha sonra Fransız araştırmacı Belin'in 1861'de yayınlanan "Notice biographique et litteraire sur Mir Ali Chir Nevâi" adlı eseri görülür. Belin'in bu monografisiyle Mecâlisü'n-Nefâyis'ten Fransızca'ya tercüme edilen parçalar Türkçe'ye ilk defa İsmail Hakkı Bey tarafından 1309'da çıkan Mektep Mecmuası'nın 1.-7. sayılarında "Ali Şîr Nevâyi ve Çağatay Şu'arâsı" başlığı altında çevrilir ve yayınlanır. Daha sonra Necib Asım Bey, Muhâkemetü'l-Lügateyn'in İstanbul baskısının mukaddimesinde (İstanbul 1315) bunu özet olarak tekrar tercüme edip Yayınlar. Söz konusu monografi İsmail Hikmet tarafından 1926 yılında Bakü'de, Nevâî Mecmuası'nda yayınlanır. Aynı mecmuada Mirza Muhsin İbrahimî'nin Fars Edebiyatının Ali Şîr Nevâî'ye tesiri adlı bir makalesi de vardır. Bu yazıda Nizâmî'nin Mahzenü'l-Esrar'ı ile Nevâyî'nin Hayretü'l-Ebrâr'ı arasında küçük bir karşılaştırma yapılır. Sovyetler Birliği İlimler Akademisi tarafından 1928'de yayınlanan Mîr Ali Şîr adlı mecmuada, E. Berthels'in "Nevâî ve Attar" adlı önemli makalesi, Barthold'un "Mîr Ali Şîr ve Siyâsî Hayat" adlı incelemesi, A. Samoyloviç'in "Orta Asya Edebî Dilinin Tarihi" başlıklı yazısı, Romaskeviç'in "Yeni Bir Çağatay-Fars Lügati" gibi bazı makale ve tenkidler de yer alır.Bu son makalenin tercümesi Türkiyat mecmuasının IV. cildinde, Barthold'un makalesi de Ülkü Mecmuası'nın X. ve XI. ciltlerinde yayınlanır. A. Semenof'un 1926'da Taşkent'te çıkan "Ali Şîr'e Ait Bir Fars Rivayeti" adlı makalesinin tercümesi de yine Ülkü Mecmuası'nın Şubat 1941 sayısında neşredilir. L. Bouvat'nın Journal Asiatique'de çıkan "Essai sur la civilisation timouride" adlı makalesinde Nevâî hakkında verilen bilgi son derece yüzeyseldir. Aynı şekilde E. Browne'ın İngilizce İran Edebiyatı Tarihi'nde verilen bilgiler de oldukça yetersizdir. Fuad Köprülü'nün, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eseriyle Barthold'un "Encyclopedie de L'Islam"daki Çağatay Edebiyatı maddesinde de Nevâî'den kısaca sözedilir. Köprülü'nün, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar adlı kitabında da "Ali Şîr Nevâyî ve Tesirleri" başlığını taşıyan bir bölüm vardır. Dr. Tahir Şakir'in 1939 yılında Berlin'de çıkan "Türkistan Millî Mefkûresi ve Ali Şîr Nevâî" adlı risalesi ise ilmî ve objektif bir eser olmaktan ziyade, kısmen yeni görüşler taşıyan bir çalışma olarak dikkati çeker.
Ali Şir Nevai Türkçe’nin büyük söz yiğitlerinden birisi olarak her devirde saygıyı hak eden müstesna bir şahsiyettir. Hakkında ne kadar çalışma yapılsa da O tükenmeyen bir kaynak olarak karşımızda durmaya ve beşyüz sene öncesinden bize Türkçenin büyüklüğünü haykırmaya devam etmektedir.
Kürşad Altuğ Eyüpoğlu 06121033
Yararlanılan Kaynaklar:
Yrd.Doç.Dr. Rıdvan Canım;”Türk Kültür ve Edebiyatında Ali Şir Nevayi ve Türkiye’de Ali Şir Nevai Çalışmaları”
Gökçen Göksal ; Ali Şir Nevai Yaşıyor mu?
Yrd.Doç.Dr.Selma Sol;”Ali Şir Nevai’ye Bağlı Olarak Anlatılan Fıkralar”
Sedat Adıgüzel ; “Ali Şir Nevai Yaşamı,Edebi Kişiliği ve Eserleri”
Agah Sırrı Levend;Ali Şir Nevai (Hayatı, Sanatı ve Kişiliği) [Cilt: 1]
Wikipedia
SAVAŞ YASALARI
- Geri tepmesiz tüfekler geri teperler.
- Avcı boy çukurunu asla senden daha cesur biri ile paylaşma.
- Asla unutma ki silahın en düşük fiyat veren firma tarafından yapılmıştır.
- Eğer hücumun iyi gidiyorsa, pusuya düşmüşsündür.
- Bütün beş saniyelik el bombası fünyeleri üç saniyeliktir.
- Mevziden daha ilerde isen, dost topçunun daha yakına ateş edeceğini unutma.
- Kolay yol her zaman mayınlanmıştır.
- Üstüne gelen ateşin geçiş önceliği vardır.
- Eğer düşman dışında her şey azalıyorsa savaştasınız demektir.
- Cephane ucuz, hayatınsa pahalıdır.
- Eğer düşman menzil içinde ise sende öylesindir.
- İzli merminin izi iki yönlüdür. Senin de yerini belli eder.
- Bir şeye aşırı ve çaresiz bir şekilde ihtiyacın olduğu anda telsizler çalışmayacaktır.
- Profesyonellerin ne yapacağını kestirebilirsiniz, ama dünya amatörlerle doludur.
- Bir el bombasının tesirli yarıçapı her zaman senin sıçrayabileceğin mesafeden bir ayak boyu daha fazladır.
- Gerçekten kontrol altında tutabildiğin tek arazi, üzerinde ayakta durduğun toprak parçasıdır.
- Süngü kanunu der ki; mermisi olan kazanır.
- Üniforması gösterişli olan taraf kaybeder.
- Muharebede malzeme harcamak, mezar kayıt kayıt formu doldurmaktan daha kolaydır.
- Eğer düşmanı göremiyorsan o seni hala görüyor olabilir.
(alıntıdır)
- Avcı boy çukurunu asla senden daha cesur biri ile paylaşma.
- Asla unutma ki silahın en düşük fiyat veren firma tarafından yapılmıştır.
- Eğer hücumun iyi gidiyorsa, pusuya düşmüşsündür.
- Bütün beş saniyelik el bombası fünyeleri üç saniyeliktir.
- Mevziden daha ilerde isen, dost topçunun daha yakına ateş edeceğini unutma.
- Kolay yol her zaman mayınlanmıştır.
- Üstüne gelen ateşin geçiş önceliği vardır.
- Eğer düşman dışında her şey azalıyorsa savaştasınız demektir.
- Cephane ucuz, hayatınsa pahalıdır.
- Eğer düşman menzil içinde ise sende öylesindir.
- İzli merminin izi iki yönlüdür. Senin de yerini belli eder.
- Bir şeye aşırı ve çaresiz bir şekilde ihtiyacın olduğu anda telsizler çalışmayacaktır.
- Profesyonellerin ne yapacağını kestirebilirsiniz, ama dünya amatörlerle doludur.
- Bir el bombasının tesirli yarıçapı her zaman senin sıçrayabileceğin mesafeden bir ayak boyu daha fazladır.
- Gerçekten kontrol altında tutabildiğin tek arazi, üzerinde ayakta durduğun toprak parçasıdır.
- Süngü kanunu der ki; mermisi olan kazanır.
- Üniforması gösterişli olan taraf kaybeder.
- Muharebede malzeme harcamak, mezar kayıt kayıt formu doldurmaktan daha kolaydır.
- Eğer düşmanı göremiyorsan o seni hala görüyor olabilir.
(alıntıdır)
Osmanlı Tokadı!
Evet Osmanlı tokadı namıyla efsane olmuş bir yakın dövüş tekniğinden bahsediyoruz ;belki de gelmiş geçmiş en ölümcül dövüş tekniklerinden biridir Osmanlı tokadı.İnternette bu konuyla ilgili efsaneler ile gerçekler birbirine karışmış durumda bu yüzden burada bildiğim bütün Osmanlı tokat tekniği rivayetlerini yazacağım.
Yeniçerilerin bu tekniği en iyi kullanan askeri sınıf olduğu ve bu tekniği başarıyla uygulayabilmek için mermer tokatladıkları rivayeti ki bu rivayet gerçeklerden uzak görünmektedir zira yeniçeriler ilk kuruldukları devirlerden itibaren ateşli silahlarla haşır neşir olmuş yakın dövüşte ise yatağan ve palalarını kullanmış bir askeri sınıftır.Silahsız kalmaları durumunda ise arkalarını dönüp kaçtıkları görülmemiş bir şey değildir.Bana göre bu tekniği özel olarak kullanan bir askeri sınıf yoktu bütün askerler arasından bileğine güvenen babayiğitler bu tekniği kullanırlardı ki bu tekniğin müthiş uygulayıcıları olduğu bilinmektedir buna örnek olarak da bir Avrupalı miğferinin üzerinde bulunan 5 parmak izi verilebilir:)
Şimdi tekniğin nasıl uygulandığıyla ilgili çeşitli bilgilere gelelim Osmanlı tokad tekniği tek bir biçimde uygulanmazdı duruma,yere,hasmın zırh yapısına göre ve dövüşün gidişatına göre uygulanan çeşitli teknikleri mevcuttu bunlar; avuç içi tekniği,silme tokad tekniği,elin tersi tekniği,serme tekniği,süvari tokadı tekniği olarak adlandırılabilir.
AVUÇ İÇİ TEKNİĞİ: Bu teknikte hasmın yüzünün ortasına burnun ucu tam bilekle el ayasının birleştiği yere denk gelecek şekilde tüm güçle vurulur ve hasmın kırılan burun kemiğinin kafatasının göz çukurları arasında kalan kısmını da kırıp içeriye saplanması sağlanırdı beyne doğrudan saplanan burun kemiği hasmın ani ölümünü sağlardı.En ölümcül tokad tekniği diyebileceğimiz bu teknikte amaç düşmanı en kısa yoldan öldürmekti.Bu tekniği uygulayabilmek için kuvvetli pazulardan başka bu pazuları oldukça hızlı bir şekilde kullanabilecek yeteneğinde geliştirilmiş olması gerekiyordu ancak bunun için özel bir talim yapılmazdı zira kılıç kullanma talimlerinde pazunun güç ve hızı zaten yeterince pekleştirilirdi.Bu tekniğin kullanılabilmesi için düşmanın zırhının yüz kısmının açık ve düşmanın yüzünün tam olarak tokadı atacak olan kişiye dönük olması gerekir.Bu tekniği Osmanlıların süvari askerleri de ellerini tıpkı bir mızrak gibi ama avuç içi hasmın yüzüne dik gelecek şekilde tutarak at üzerine düşmana bodoslamadan dalmak suretiyle kullanabilirlerdi.Tekniğin at üstünde uygulanması zorluğunu kat be kat arttırsa da etkisi de o ölçüde artardı.
SİLME TOKAT TEKNİĞİ: Silme tokat tekniğinde ana hedef hasmın kulağının orta noktasından başlayıp dudakları ve tüm yanağı da dahil eden bir bölgedir.Parmaklar birbirlerine bitiştirilmeden,kol bükülmeden,vurma gücü omuzdan alınarak atılırdı.Silme tokat denmesinin nedeni darbe vurulduktan sonra elin bilekten ileriye doğru bükülüp hasmın tüm yüzünü yalayıp çenede toplanan bir itme kuvveti daha oluşturmasıdır ki bu itme kuvveti zaten tokadın etkisiyle bütün direncini yitiren düşmanın boynunun rahatlıkla kırılmasını sağlayabilirdi.Bu teknik zırhlı yüzeylere de uygulanabilirdi ama tam etkisi tabii ki çıplak ten üzerinde görülürdü.O ünlü mermer idmanı bu tokat tekniğinin ölümcül surette uygulanabilmesi için yapılırdı ama bu idmanda amaç çoğu forumda yazdıkları gibi ellerin büyümesi için değil ellerin sertleşmesi ve vuruş tekniğinin mükemmelleştirilmesi içindi zaten eski Türklerin elleri gelişme çağında sürekli olarak et suyu,et,hamur işi,tereyağı gibi besinlerle haşır neşir oldukları için ekseriyetle çok büyük olurdu bugün bile Kars,Ardahan gibi doğu illerinde et suyu ile beslenen çocukların ellerinin etli ve büyük oldukları görülebilir.
ELİN TERSİ TEKNİĞİ:Dövüş sırasında savunmaya yönelik bir hamle olarak kullanırdı.İlk hamlesi boşa giden savaşçı kendini korumak,düşmanının hamle yapmasını engellmek için bir de elinin tersiyle tokat savurur ilk hamlesinin boşa gitmesiyle oluşan denge kaybını da böylece telafi ederdi.Bu teknikte bütün parmaklar birbirine bitişik olmalıdır aksi takdirde kendi parmağınız kırılabilir ve darbe elin parmaklı kısmıyla değil parmakların elin kalanıyla birleştiği kemikli bölümle gerçekleştirilmelidir.Bu darbe hasmı öldürmez ama sersemlemesini sağlar veOsmanlı askerine de yeni bir hamle etmesi için zaman kazandırırdı.
SERME TEKNİĞİ: Silme tokadın parmaklar bitiştirilmek suretiyle atılanına serme tokat denir.Bu tokat tekniğinde ise hedef silme tokada göre daha dar bir alandır kişini burnuna ve ağzının ortasına aşağıdan yukarıya gelecek şekilde kolun gerektiği kadar(ama çok fazla değil) bükülmesiyle yaratılacak savrulma etkisi de kullanılarak vurulması gerekir böylece hasmın ağzı yüzü birbirine karışır,dudağın patlaması,burnun kırılması,darbenin şiddeti sebebiyle havadaki çer çöp ve tozun gözlere dolabilmesi ve acının keskinliği sebebiyle gözlerin yaşarması,görüşün bulanıklaşması söz konusudur.Bayıltmaya yönelik bir tokat tekniğidir saldırıda direk olarak kullanılabildiği gibi bir saldırı karşısında refleksif olarak aşağıdan yukarıya elin savrulmasıyla savunma amaçlı olarak da kullanılabilir her iki durumda da okkalı darbeyi yiyen düşmanın kendisine gelmesi zaman alacak ve bu arada Osmanlı askeri baygın haldeki hasmı arkadan gelenlerin insafına bırakacak yahut bağlayıp üstüne bir not yazarak kenara atacaktır(esirin kıymetine bağlı olarak dandik bir şeyse gebertip kenara atar ama işe yarar bir esirse adamın kıymetini takdir etmede üstad olan atamız esirini bağlar ve Osmanlı toplumunda sadrazamlığa bile yükselebileceği kölelik mevkisine ulaştırır.)
SÜVARİ TOKADI TEKNİĞİ:Özellikle at üstünde atılmak üzere geliştirilmiş bir tokat tekniğidir.Bu teknik kaçan düşmana yetişip esir almak için birebirdir.At dörtnala sürülürken üzengi üstünde doğrulunup el eğerden aşağıya sarkıtılır hedef konumundaki zavallıya yaklaşıldığında el bütün güç ve hızla havaya kaldırılır ardından gene bütün güç ve hızla hasma hedef ense olacak şekilde indirilir.El hedefin konumuna göre kimi zaman parmaklar bitişik kimi zamansa parmaklar ayrık olarak vurulur.Burada dörtnaldan kaynaklanan hızın verdiği ivmeyi de hesaba katarsak tüm teknikler içinde en hızlı olarak atılan tokattır.Osmanlı süvarileri içinde özellikle tımarlı sipahiler(Tımar sistemi bozulmadan önceki orjinal Türk atlısı olan ve Orta Asya süvarilik geleneğini sürdüren tımarlı sipahiler)ve akıncılar bu tekniğin başarılı uygulayıcılarıydı.Bu askerlerden biri tarafından göze kestirilen düşmanın hayatının geri kalanı tamamıyla Osmanlı süvarisinin insafına kalmıştı.Süvari elini biraz kuvvetli vurarak öldürebilir daha hafif vurarak felç edebilir biraz daha az kuvvet uygulayarak düşmanı bayıltıp esir edebilirdi.
Tüm bu teknikler çetin idmanlar,zor oyunları(cirit,çevgan,güreş vb.) ve kanlı savaş meydanlarında pişen savaş erleri için rahatlıkla uygulanabilcek tekniklerdi .Bütün bunlara Türk askerinin bu koşullarda geliştirdiği farklı fiziki yapısını ki bu yapının başında katı yay germek suretiyle elde edilen çelik misali pazular,ellerin kılıçla veya kılıçsız olarak hedeflere sürekli savrulmasıyla elde edilen kol uzunluğu ve müthiş kuvvetli omuz,boyun kasları da eklenirse savaş meydanlarında fırtına misali esen bu askerlerin Avrupayı nasıl korkudan titrettiği biraz daha iyi anlaşılacaktır.
Ayrıca Osmanlı tokadı olarak bilinen tokat tekniklerinin daha Türkler Orta Asyadan ayrılmadan icat edilmiş olması mümkündür.O sebeple Osmanlı tokadı yerine Türk tokadı denmesi bence daha uygun olacaktır.Hunlular veya Göktürkler zamanında Osmanlılar yoktu ama bu tokat teknikleri büyük ihtimalle Osmanlıların ataları tarafından biliniyordu ve yaygın olarak kullanılıyordu ama yer cüceleri tarih yazıcılığında ketum ve taraflı davrandığı için Çin kaynakları bize pek bilgi vermiyor.Hun boksu denen dövüş tekniği hakkında biraz daha fazla bilgimiz olduğunda bu tekniğin Türk proto-tokat tekniği olarak görülebileceği de bence ortaya çıkacaktır.
Kürşad Altuğ Eyüpoğlu
Yeniçerilerin bu tekniği en iyi kullanan askeri sınıf olduğu ve bu tekniği başarıyla uygulayabilmek için mermer tokatladıkları rivayeti ki bu rivayet gerçeklerden uzak görünmektedir zira yeniçeriler ilk kuruldukları devirlerden itibaren ateşli silahlarla haşır neşir olmuş yakın dövüşte ise yatağan ve palalarını kullanmış bir askeri sınıftır.Silahsız kalmaları durumunda ise arkalarını dönüp kaçtıkları görülmemiş bir şey değildir.Bana göre bu tekniği özel olarak kullanan bir askeri sınıf yoktu bütün askerler arasından bileğine güvenen babayiğitler bu tekniği kullanırlardı ki bu tekniğin müthiş uygulayıcıları olduğu bilinmektedir buna örnek olarak da bir Avrupalı miğferinin üzerinde bulunan 5 parmak izi verilebilir:)
Şimdi tekniğin nasıl uygulandığıyla ilgili çeşitli bilgilere gelelim Osmanlı tokad tekniği tek bir biçimde uygulanmazdı duruma,yere,hasmın zırh yapısına göre ve dövüşün gidişatına göre uygulanan çeşitli teknikleri mevcuttu bunlar; avuç içi tekniği,silme tokad tekniği,elin tersi tekniği,serme tekniği,süvari tokadı tekniği olarak adlandırılabilir.
AVUÇ İÇİ TEKNİĞİ: Bu teknikte hasmın yüzünün ortasına burnun ucu tam bilekle el ayasının birleştiği yere denk gelecek şekilde tüm güçle vurulur ve hasmın kırılan burun kemiğinin kafatasının göz çukurları arasında kalan kısmını da kırıp içeriye saplanması sağlanırdı beyne doğrudan saplanan burun kemiği hasmın ani ölümünü sağlardı.En ölümcül tokad tekniği diyebileceğimiz bu teknikte amaç düşmanı en kısa yoldan öldürmekti.Bu tekniği uygulayabilmek için kuvvetli pazulardan başka bu pazuları oldukça hızlı bir şekilde kullanabilecek yeteneğinde geliştirilmiş olması gerekiyordu ancak bunun için özel bir talim yapılmazdı zira kılıç kullanma talimlerinde pazunun güç ve hızı zaten yeterince pekleştirilirdi.Bu tekniğin kullanılabilmesi için düşmanın zırhının yüz kısmının açık ve düşmanın yüzünün tam olarak tokadı atacak olan kişiye dönük olması gerekir.Bu tekniği Osmanlıların süvari askerleri de ellerini tıpkı bir mızrak gibi ama avuç içi hasmın yüzüne dik gelecek şekilde tutarak at üzerine düşmana bodoslamadan dalmak suretiyle kullanabilirlerdi.Tekniğin at üstünde uygulanması zorluğunu kat be kat arttırsa da etkisi de o ölçüde artardı.
SİLME TOKAT TEKNİĞİ: Silme tokat tekniğinde ana hedef hasmın kulağının orta noktasından başlayıp dudakları ve tüm yanağı da dahil eden bir bölgedir.Parmaklar birbirlerine bitiştirilmeden,kol bükülmeden,vurma gücü omuzdan alınarak atılırdı.Silme tokat denmesinin nedeni darbe vurulduktan sonra elin bilekten ileriye doğru bükülüp hasmın tüm yüzünü yalayıp çenede toplanan bir itme kuvveti daha oluşturmasıdır ki bu itme kuvveti zaten tokadın etkisiyle bütün direncini yitiren düşmanın boynunun rahatlıkla kırılmasını sağlayabilirdi.Bu teknik zırhlı yüzeylere de uygulanabilirdi ama tam etkisi tabii ki çıplak ten üzerinde görülürdü.O ünlü mermer idmanı bu tokat tekniğinin ölümcül surette uygulanabilmesi için yapılırdı ama bu idmanda amaç çoğu forumda yazdıkları gibi ellerin büyümesi için değil ellerin sertleşmesi ve vuruş tekniğinin mükemmelleştirilmesi içindi zaten eski Türklerin elleri gelişme çağında sürekli olarak et suyu,et,hamur işi,tereyağı gibi besinlerle haşır neşir oldukları için ekseriyetle çok büyük olurdu bugün bile Kars,Ardahan gibi doğu illerinde et suyu ile beslenen çocukların ellerinin etli ve büyük oldukları görülebilir.
ELİN TERSİ TEKNİĞİ:Dövüş sırasında savunmaya yönelik bir hamle olarak kullanırdı.İlk hamlesi boşa giden savaşçı kendini korumak,düşmanının hamle yapmasını engellmek için bir de elinin tersiyle tokat savurur ilk hamlesinin boşa gitmesiyle oluşan denge kaybını da böylece telafi ederdi.Bu teknikte bütün parmaklar birbirine bitişik olmalıdır aksi takdirde kendi parmağınız kırılabilir ve darbe elin parmaklı kısmıyla değil parmakların elin kalanıyla birleştiği kemikli bölümle gerçekleştirilmelidir.Bu darbe hasmı öldürmez ama sersemlemesini sağlar veOsmanlı askerine de yeni bir hamle etmesi için zaman kazandırırdı.
SERME TEKNİĞİ: Silme tokadın parmaklar bitiştirilmek suretiyle atılanına serme tokat denir.Bu tokat tekniğinde ise hedef silme tokada göre daha dar bir alandır kişini burnuna ve ağzının ortasına aşağıdan yukarıya gelecek şekilde kolun gerektiği kadar(ama çok fazla değil) bükülmesiyle yaratılacak savrulma etkisi de kullanılarak vurulması gerekir böylece hasmın ağzı yüzü birbirine karışır,dudağın patlaması,burnun kırılması,darbenin şiddeti sebebiyle havadaki çer çöp ve tozun gözlere dolabilmesi ve acının keskinliği sebebiyle gözlerin yaşarması,görüşün bulanıklaşması söz konusudur.Bayıltmaya yönelik bir tokat tekniğidir saldırıda direk olarak kullanılabildiği gibi bir saldırı karşısında refleksif olarak aşağıdan yukarıya elin savrulmasıyla savunma amaçlı olarak da kullanılabilir her iki durumda da okkalı darbeyi yiyen düşmanın kendisine gelmesi zaman alacak ve bu arada Osmanlı askeri baygın haldeki hasmı arkadan gelenlerin insafına bırakacak yahut bağlayıp üstüne bir not yazarak kenara atacaktır(esirin kıymetine bağlı olarak dandik bir şeyse gebertip kenara atar ama işe yarar bir esirse adamın kıymetini takdir etmede üstad olan atamız esirini bağlar ve Osmanlı toplumunda sadrazamlığa bile yükselebileceği kölelik mevkisine ulaştırır.)
SÜVARİ TOKADI TEKNİĞİ:Özellikle at üstünde atılmak üzere geliştirilmiş bir tokat tekniğidir.Bu teknik kaçan düşmana yetişip esir almak için birebirdir.At dörtnala sürülürken üzengi üstünde doğrulunup el eğerden aşağıya sarkıtılır hedef konumundaki zavallıya yaklaşıldığında el bütün güç ve hızla havaya kaldırılır ardından gene bütün güç ve hızla hasma hedef ense olacak şekilde indirilir.El hedefin konumuna göre kimi zaman parmaklar bitişik kimi zamansa parmaklar ayrık olarak vurulur.Burada dörtnaldan kaynaklanan hızın verdiği ivmeyi de hesaba katarsak tüm teknikler içinde en hızlı olarak atılan tokattır.Osmanlı süvarileri içinde özellikle tımarlı sipahiler(Tımar sistemi bozulmadan önceki orjinal Türk atlısı olan ve Orta Asya süvarilik geleneğini sürdüren tımarlı sipahiler)ve akıncılar bu tekniğin başarılı uygulayıcılarıydı.Bu askerlerden biri tarafından göze kestirilen düşmanın hayatının geri kalanı tamamıyla Osmanlı süvarisinin insafına kalmıştı.Süvari elini biraz kuvvetli vurarak öldürebilir daha hafif vurarak felç edebilir biraz daha az kuvvet uygulayarak düşmanı bayıltıp esir edebilirdi.
Tüm bu teknikler çetin idmanlar,zor oyunları(cirit,çevgan,güreş vb.) ve kanlı savaş meydanlarında pişen savaş erleri için rahatlıkla uygulanabilcek tekniklerdi .Bütün bunlara Türk askerinin bu koşullarda geliştirdiği farklı fiziki yapısını ki bu yapının başında katı yay germek suretiyle elde edilen çelik misali pazular,ellerin kılıçla veya kılıçsız olarak hedeflere sürekli savrulmasıyla elde edilen kol uzunluğu ve müthiş kuvvetli omuz,boyun kasları da eklenirse savaş meydanlarında fırtına misali esen bu askerlerin Avrupayı nasıl korkudan titrettiği biraz daha iyi anlaşılacaktır.
Ayrıca Osmanlı tokadı olarak bilinen tokat tekniklerinin daha Türkler Orta Asyadan ayrılmadan icat edilmiş olması mümkündür.O sebeple Osmanlı tokadı yerine Türk tokadı denmesi bence daha uygun olacaktır.Hunlular veya Göktürkler zamanında Osmanlılar yoktu ama bu tokat teknikleri büyük ihtimalle Osmanlıların ataları tarafından biliniyordu ve yaygın olarak kullanılıyordu ama yer cüceleri tarih yazıcılığında ketum ve taraflı davrandığı için Çin kaynakları bize pek bilgi vermiyor.Hun boksu denen dövüş tekniği hakkında biraz daha fazla bilgimiz olduğunda bu tekniğin Türk proto-tokat tekniği olarak görülebileceği de bence ortaya çıkacaktır.
Kürşad Altuğ Eyüpoğlu
Budin Müdafaası
TARİHE TÜRK KILICIYLA YAZILAN DESTAN:BUDİN SAVUNMASI
Budin yani bu gün bilinen adıyla Budapeşte Osmanlıların Orta Avrupadaki en önemli dayanak noktasıdır Viyana bozgunundan sonra Avusturya orduları hızla ilerlemiş Budin yolundaki kaleler elimizden çıkmış Avusturyalılar Budine göz dikmişti.Budinde kırbin Türk vardı,düşman ikiyüz binden fazla idi.Kuşatma 1684 yılı temmuzunun 4.günü başladı.Düşman 6 balyemez 6 havan topuyla kalenin kritik bir noktası olan kale varoşunu dövmeye başladı.Bir süre sonra bu noktada zayıf olan tahkimat çöktü duvarda gedikler açıldı.Şimdi açılan her gedik ağzında bir küme Türkün palası parlıyordu ve düşman güllelerini bu palalar karşılıyordu.
Avusturyalılar ilk hücumlarını bu gediklere yaptılar tam 2 gün 2 gece süren bu Avusturya hücumu sonuçsuz kaldı Türkler tek bir gediği dahi terketmemiş ve düşmandan on kişi öldürmedikçe bir şehit vermemişlerdi.
Bu hücumun sonrasında Türkler yuvasına ateş verilen kurt saldırır diyerek kaleden dışarıya bir hücum başlattılar Budini savunan komutan yiğit bir Türk olan Kara Mehmet Paşa da bu hücuma bizzat iştirak etti.Viyana önünde,Estergonda,Visgradda,Vaçta öz Türk bileğinin ne olduğunu anlayamamış olan Nemseliler,öldürücü bir top ateşini çiğneyerek,metrisleri merdiven basamağı aşar gibi geçerek saldırıya kalkan bu bir avuç serdengeçtinin yürüyüşünde, gürleyişinde ve kelle düşürüşünde bilgisizliklerini gidermek fırsatı bulmuşlardı.Türk nedir ve bir Türk ne yapar bunu ancak şimdi hakkı ile anlıyorlardı. Bu hücum Budin kuşatması tarihinde şanlı bir sahife olup kaldı. Beşyüz Türk üç binden fazla düşman tepelemiş,bir kaç top çivilemiş, metrislerin altını üstüne getirmiş ve gün batarken şarkı söyleyerek yine gediklerin başına dönmüştü.Kara Mehmet Paşa ise en ünlü babayiğitleri imrendirecek kahramanlıklar gösterip düşmana kan kusturmuştu.Bu savaşta Kara Mehmet Paşayı Silahtar Tarihi şu satırlarla anar:''Muhasaranın üçüncü günü guzati mansure kızışıp varoştan çıkıp dalkılıç velibey metrisine varınca seğirtip düşman metrislerini bastılar.İki adet topu çivileyip üç binden mütecaviz kafiri endahtel vadil siccin eylediler.Hatta binefsihi Vezir Kara Mehmet Paşa celadet gösterip onbeş nefer kafiri zurumendi kendi eliyle katleyledi.''
DÜŞMAN YARDIM ALIYOR!
İşte bu sırada Avusturya Kumandanı Dük dö Lorren büyük ölçüde yardım aldı ve dini ayinler parlak nutuklar bol bahşişlerle askeri şevke getirerek uğursuz saldırısını tazeledi.Fakat ruh ve bilek gücüne değil top ateşine güveniyorlar güzel Budinin bu varoşuna günde ikinbin beşyüz gülle ve bin kumbara atıyorlardı.Bu müthiş bombardıman Türkleri çok bunaltmıştı ama boğaz boğaza bir savaş daha yapmadan varoşu terk etmeye yanaşmıyorlardı.Kırk bin askerle yeni bir hücum yaptı Avusturyalılar.Türkler de varoşluktan çıkıp şehit kanıyla yoğrulmuş bir kabristan halini alan dış mahalleleri vermemek için uzun bir gün didindi bir kaç yüz şehit daha verip bir kaç bin düşmanı daha öldürdü,sonunda iç kaleye çekildi.Yıllardan beri yapılan mescitler,evler artık yanıyor ve varoşu müdafaa uğrunda ölen şehitlerin ruhları kızıl alevlere bürünerek göklere uçuyordu.
İç kaleyi de düşürmek isteyen düşman bombardımana hız verdi Günler böyle geçerken uğursuz bir kaza Budin dilaverlerini yasa düşürdü.Yiğit Vezir Kara Mehmet Paşa yaralandı bir taraftan yarasını sardırıp diğer taraftan da askerini yönetirken ikiyüz seksen okka ağırlığındaki Nemse kumbarası kılığında dolaşan ölüm O'nun tabyadan uzaklaşıp bir kemer altına uzandığını görünce korkunç bir savletle koşa koşa geldi kemeri delerek yaralı kumandanı kucaklamaya savaştı infilak tam yaralının önünde meydana gelmiş ve Kara Mehmet Paşanın belden aşağı tarafı parçalanarak uçup gitmişti.
Bu haldeyken bile yarım saat kadar yaşamış savunma için gerekli gördüğü tedbirleri komutanlarına bildirmiş ve ardından tatlı tatlı uykuya dalan bir adam gibi ölmüştü.Çünkü vatana borcunu ödemişti ve vatan yolunda öldüğü için dünyadan sevinerek ayrılıyordu.
Günler böyle kanla ve kahramanlıkla yoğrulmuş olarak geçiyor kale bedeninde açılan her gediği ikibinden fazla Avusturyalının kellesi kapatıyordu.Dük dö Lorren kuşatmada sebat etmenin çok ağır bir bozguna sebebiyet vereceğini ve sırasında yapılacak bir Türk hücumuyla bütün ordunun kılıçtan geçeceğini hesapladı.Tam yüzonüç gün süren bu kanlı maceradan vazgeçmeyi zorunlu buldu ve fırtınalı yağmurlu bir gecede Türklerin yaptığı bir baskın sonucunda çekilmek emrini verdi.
Bir yıl önce bütün Avrupanın el birliğiyle yaptığı baskı önünde Kara Mustafa Paşa ordusu Viyana kuşatmasını bırakıp çekilmişti.Şimdi bütün Avrupanın yine elbirliğiyle hazırlayıp Budine yolladığı bu muhteşem ordu,bir avuç Türkün zoru önünde yenik ve perişan geri çekiliyordu. Görünüşte yenilen bir orduydu fakat gerçekte bütün Avrupa bir kez daha Türk gücüne yenilmiş bulunuyordu.
Melek İbrahim Paşa kazanılan büyük zaferin bilançosunu serdara bildirirken şu rakamları yazıyordu:
Dük dö Lorren komutasında kuşatmaya gelen ordu 250.000
Prens Maksimilyenin getirdiği ordu 30.000
Hemen her gün bu orduya katılan gönüllülerin sayısı 70.000
bu 350.000 kişilik ordudan Budin önünde 113 günde can veren Düşman sayısı 240.000
Bu büyük zaferin bir yıl sonrasında Budin bir kere daha kuşatılmış fakat daha bir önceki kuşatmanın yaralarını saramamış ve beceriksiz komutanların elinde olan Budin düşmüş kentteki Türkler insafsızca katledilmiş Avusturyalılar işe yarar gördüklerini esir olarak yollara vurmuş kalanlar insafsızca ve hayvanca katliamlarla yok edilmiştir.
Kürşad Altuğ Eyüpoğlu 19.09.2007 saat:22.59
Venedik Donanmasına Tek Gülle Yetti!
Venedik donanması Limniyi Bozcaadayı almış Kepez önlerinde dolaşmaktaydı.Bulacağı ilk fırsatta Çanakkale boğazını geçip İstanbul'a hücum etme amacını güdüyordu.Bunu bilen boğazdaki mehmetçiklerimiz ise gözleri deniz ufkunda tüm ramazan ayını geçirmiş mübarek ramazan bayramında İstanbul'da herkes şenlik yaparken şekersiz kuru peksimet çiğneyip düşman gözlemeye devam etmişlerdi.
İşte o sırada Venedik donanması gözüktü onları karşılamaya çıkan Osmanlı donanması ise tersanelerimizin son kırıntısıydı bozguna uğrarsak yeniden kalyon düzmek belki mümkün olmayacaktı.Çünkü hazine bomboştu.Düşman da fırsatı kaçıracak soydan değildi.Savaşı kazanır kazanmaz İstanbul'a akıverecekti.Osmanlı donanması Venediklilerle ile ilk çatışmada ufak bir başarı kazanmış ancak soysuz dirintilerin kötü devşirmelerin kumanda ettiği donanma büyük bir beceriksizlikle düşman önünden kaçmaya başlarmıştı.Artık düşman boğazı zorlarsa tabyalardaki çürük toplarla Türk askeri şerefini,namusunu,vatanını savunacaktı.Mehmetçikler elleri fitillerde beklerken Venedik donanması da boğazı geçmek üzere harekete geçti.Venedik donanmasına Türkler arasında Kör Kaptan diye bilinen meşhur Amiral Venedikli Lazaro Muçe Niko kumanda ediyordu.Kör Kaptan 1656'da boğazın önünde Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmış bu zafer neticesinde Bozcaada ve Limni'yi zaptetmişti.Bu savaş sırasında Amiral Muçe Niko'nun da bir gözü çıktığından Kör Kaptan olarak anılmaya hak kazandı.Venedikliler yavaş yavaş top menziline girmelerine rağmen çalımlarını bozmuyordu.Kör Kaptan Amiral gemisinin güvertesinde kendisine kadeh sunan keklik yapılı oğlancıklar,müzik ve kolay bir zaferin verdiği sarhoşlukla ilerliyor Osmanlı donanmasının kıyıya vurmuş olan baştardesini ele geçirmek için yaklaşıyordu baştardenin içindeyse değil gemiyi savunacak dümenini tutacak bir Allahın kulu yoktu! Bir düğün alayı gibi süslenmiş hatta toplarının üstüne bile kadife çuhalar örtülmüş Venedik Amiral gemisi bizim baştardeyi koca koynundan alınan bir geline benzetmek istiyor bu hain emeline adım adım yaklaşıyordu.Bu durumda Karadaki Türk askerleri ağlaşıyor birbirleriyle kucaklaşıp gözyaşı döküyorlardı ellerinden gelse palalarını dişlerine takıp denize atılacak düşman gemilerine saldıracaklardı ama ah deniz hain deniz yol vermiyor yiğit ayakları karaya mıhlıyordu.
Bu acıklı anın orta yerinde bir top patladı Kara Mehmet namıyla bilinen topçu neferi topunu ateşlemişti.Topun alev kusan ağzından fırlayan gülle ateş olmuş Türk yumruğu gibi Venedik Amiral gemisine ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.Kör Kaptanın,arkadaşlarının ve gemideki binden fazla kürekçi ve cenkçinin parçalanmış cesetleri havaya uçuyordu.Biraz sonra Amiral gemisine yakın olan kalyonlar ateş aldı.Bu ateşden mavnalar alevlendi.Deniz dalga dalga cehennem oldu,düşmanı lokma lokma eritmeye koyuldu.Türk'ün namusu kurtulmuştu!
Kara Mehmet bir gülle ile tüm Venedik donanmasını yakmış İstanbul yolunu kapatıp Türkün namusunu kurtarmıştı.Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa bu yiğitliğine karşılık Kara Mehmet'e sipahilik verdi yüz altın da bahşiş sundu ve yiğit Türkün değer verdiği tek kelimeyi söyledi ''Yediğin ekmek helal olsun!''
Yiğit bir Mehmet imanlı bir yürek bir donanmayı tek gülle ile yakar.Bu olaydan asırlar sonra bu olayın yaşandığı yerde yine bir yiğit Türk Koca Seyit çıkıp koca gülleyi tek başına namluya sürüp düşman gemisini vuracaktır.Yiğitlik Türkün mayasında var o yüzden öldürülebilir ama YENİLEMEZ!
İşte o sırada Venedik donanması gözüktü onları karşılamaya çıkan Osmanlı donanması ise tersanelerimizin son kırıntısıydı bozguna uğrarsak yeniden kalyon düzmek belki mümkün olmayacaktı.Çünkü hazine bomboştu.Düşman da fırsatı kaçıracak soydan değildi.Savaşı kazanır kazanmaz İstanbul'a akıverecekti.Osmanlı donanması Venediklilerle ile ilk çatışmada ufak bir başarı kazanmış ancak soysuz dirintilerin kötü devşirmelerin kumanda ettiği donanma büyük bir beceriksizlikle düşman önünden kaçmaya başlarmıştı.Artık düşman boğazı zorlarsa tabyalardaki çürük toplarla Türk askeri şerefini,namusunu,vatanını savunacaktı.Mehmetçikler elleri fitillerde beklerken Venedik donanması da boğazı geçmek üzere harekete geçti.Venedik donanmasına Türkler arasında Kör Kaptan diye bilinen meşhur Amiral Venedikli Lazaro Muçe Niko kumanda ediyordu.Kör Kaptan 1656'da boğazın önünde Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmış bu zafer neticesinde Bozcaada ve Limni'yi zaptetmişti.Bu savaş sırasında Amiral Muçe Niko'nun da bir gözü çıktığından Kör Kaptan olarak anılmaya hak kazandı.Venedikliler yavaş yavaş top menziline girmelerine rağmen çalımlarını bozmuyordu.Kör Kaptan Amiral gemisinin güvertesinde kendisine kadeh sunan keklik yapılı oğlancıklar,müzik ve kolay bir zaferin verdiği sarhoşlukla ilerliyor Osmanlı donanmasının kıyıya vurmuş olan baştardesini ele geçirmek için yaklaşıyordu baştardenin içindeyse değil gemiyi savunacak dümenini tutacak bir Allahın kulu yoktu! Bir düğün alayı gibi süslenmiş hatta toplarının üstüne bile kadife çuhalar örtülmüş Venedik Amiral gemisi bizim baştardeyi koca koynundan alınan bir geline benzetmek istiyor bu hain emeline adım adım yaklaşıyordu.Bu durumda Karadaki Türk askerleri ağlaşıyor birbirleriyle kucaklaşıp gözyaşı döküyorlardı ellerinden gelse palalarını dişlerine takıp denize atılacak düşman gemilerine saldıracaklardı ama ah deniz hain deniz yol vermiyor yiğit ayakları karaya mıhlıyordu.
Bu acıklı anın orta yerinde bir top patladı Kara Mehmet namıyla bilinen topçu neferi topunu ateşlemişti.Topun alev kusan ağzından fırlayan gülle ateş olmuş Türk yumruğu gibi Venedik Amiral gemisine ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.Kör Kaptanın,arkadaşlarının ve gemideki binden fazla kürekçi ve cenkçinin parçalanmış cesetleri havaya uçuyordu.Biraz sonra Amiral gemisine yakın olan kalyonlar ateş aldı.Bu ateşden mavnalar alevlendi.Deniz dalga dalga cehennem oldu,düşmanı lokma lokma eritmeye koyuldu.Türk'ün namusu kurtulmuştu!
Kara Mehmet bir gülle ile tüm Venedik donanmasını yakmış İstanbul yolunu kapatıp Türkün namusunu kurtarmıştı.Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa bu yiğitliğine karşılık Kara Mehmet'e sipahilik verdi yüz altın da bahşiş sundu ve yiğit Türkün değer verdiği tek kelimeyi söyledi ''Yediğin ekmek helal olsun!''
Yiğit bir Mehmet imanlı bir yürek bir donanmayı tek gülle ile yakar.Bu olaydan asırlar sonra bu olayın yaşandığı yerde yine bir yiğit Türk Koca Seyit çıkıp koca gülleyi tek başına namluya sürüp düşman gemisini vuracaktır.Yiğitlik Türkün mayasında var o yüzden öldürülebilir ama YENİLEMEZ!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)